Kamuculuk kamu esaslarını ön plana alan, piyasacılığı terk eden, toplumun ve doğanın çıkarını gözeten üretim ve yönetim ilişkisini zorunlu kılmaktadır.

Fevzi Özlüer

Tekelci kapitalizmin içinden geçtiğimiz evresinde neoliberal devlet ve sermaye arasındaki işbirliği arttı. Bu işbirliği içinde devletler, toplumların korkunç ve içinden çıkılmaz bir krizle karşı karşıya kalacağı ekonomik, ekolojik ve sosyal süreçlere maruz kalmasını örgütlüyor. Örneğin, milyonlarca insan pandemi koşullarında temel sağlık hizmetlerine ulaşma olanağından mahrum bırakılıyor. Özel sağlık sistemleri devlet bütçelerinden destekleniyor ve teşvik ediliyor. Hekimlik metalaştırılıyor ve hekimlerin yaşam koşulları bozuluyor. Aynı şekilde, yaşam koşulları bozulan insanlar için de iyi beslenme, açlığın giderilmesi ile yer değiştiriyor. Bu dönemin politik aktörleri, toplumların iyilik halini bozan koşulların bilinçli olarak yaratılmasını örgütleyerek, geçmiş dönem kapitalist aktörlerden ayrışıyorlar. Kapitalist sistem, insan uygarlığının varlık koşullarının nesnel (sermayedarlar) ve/veya öznel (yönetenlerce) bozulması, piyasa aktörlerinin bu koşulları iyileştirmek için devreye alınması, koşullar iyileşmediğinde devletin şiddeti örgütleyerek koşullardan rahatsızlık duyanları bastırması veya gerçeğin unutturulması biçiminde işliyor. Bu işleyiş güvenlik ve güvencesizlik ekseninde yeniden örgütleniyor. Bu bağlamda kapitalizmin bir toplumsal ilişki olarak insan ve doğa yaşamını bozucu işleyişini hızlandıran, bunu yeniden üreten faktörün hem sermayedarların hem de devletlere hâkim olan sınıflar ve yöneticilerin etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Bu işleyişe müdahalenin hem nesnel hem de öznel koşulların değiştirilmesi gerektiği açık. Ne iyi yönetim odaklı bir siyasal dönüşüm ne de kaba bir antikapitalizm yaşadığımız iklim krizinden çıkış için gerekli aracı toplumlara temin edebilir. Hem siyasal iktidarı hem de üretim ilişkilerini değiştirecek bir program ve eylem çizgisi iklim krizinden çıkış için zaruret taşıyor. Kapitalist toplumsallaşmanın yarattığı iklim krizi, yönetenler ve sermayedarlar için büyük fırsatlar sunuyor. Bu fırsatlar, hem yönetimlerinin hem de sermaye düzeninin sürdürülebilirliğini sağlayıcı dinamikler. Ancak aynı dinamikler, toplum için de politik imkânların kapısını açıyor. Kapitalistlerin, sistemin devrevi krizlerinden beslenen, Zizek’in ifadesiyle paniği körükleyerek toplumu kontrol altında tutma ihtiyacının bize bir şey söylediğini unutmamamız gerekiyor: Kapitalistlerin yönetimleri kriz ve panik halinde. Bu yönetemediklerini değil, şiddet ve baskı ortamında öngörülebilirliklerini olduğu kadar, ufuk çizgilerini de yitirdikleri anlamında bir kriz halidir. Özetle, geleceğin toplumunda kapitalistlerin ve yöneticilerin yıkımdan başka bir vaadi yok. Tam da bu nedenle sermaye blokunun bir kesiminin bu panik ortamını ters yüz etme, krizi aşma vaadi var. Bu vaadin adı yeşil ekonomi. Krizi aşacak ufuk, hukukta, siyasette, yönetimde, toplumsal yaşamda ve ekonomide belli bir öngörülebilirlik, belirlilik ve yeni bir işleyiş geliştirmeye dayanıyor. Bu vaat, kapitalizmin tarihsel ömrünü uzatacak bir yol olarak ortaya konuluyor.

Bu yol özellikle 2015 yılında Paris Anlaşması’nın ardından, Yeşil Yeni Düzen olarak anılıyor. Bu politik yol, neoliberal siyasetin katılımcılığa kapalı, antidemokratik, totaliter ve korkuya dayalı ekonomi politikalarında bir dönüşümü vaat etmese de iklim krizinden çıkış için metaların üretim ve tüketim süreçlerinin “yeşil” olması anlayışına dayanıyor. Bu anlayış, Avrupa Yeşil Mutabakatı temelinde öncelikle, ticaret, üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerinin baştan aşağıya dönüştürülmesini gerektiriyor. Bu dönüşüm yolunda, 2050 yılında karbon nötr yaklaşımıyla da metaların üretim ve tüketiminin yenilenebilir kılınmasını esas alınıyor. Pek tabii, bu süreçler yoğun bir finansallaşmayı ve birikim için finansal olanakların geliştirilmesini de zorunlu kılıyor.

Özellikle, 2021 yılında Avrupa Birliği tarafından gündeme alınan “55’e Uyum Paketi” iklim, enerji, toprak ve suyun yeniden ve yoğun bir biçimde kullanımını düzenliyor. 2030’a kadar yüzde 55 emisyon azaltım hedefi, AB Emisyon Ticareti Sistemi’nin devreye alınmakta olduğunu gösteriyor. Avrupa hâkim sınıflarının, yenilenebilir enerji kullanımının artırılması, daha fazla enerji verimliliği, düşük emisyonlu ulaşım modellerinin ve bunları destekleyecek altyapı ve yakıtların daha hızlı kullanıma sunulması, vergilendirme politikalarının iklim hedefiyle uyumlu hale getirilmesi, karbon sızıntısını engellemek için alınacak önlemlerle doğal karbon yutaklarını korumak ve büyütmek gibi teklifler içerdiği de bu dönemin önemli gündemleri haline gelmiştir. Bu tekliflerin en önemlilerinden birisi de Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’na sınırlı bir kapsam ve belli bir geçiş süresi ile işlerlik kazandırılmasına yönelik tekliftir. Bu teklif sonrasında, Avrupa ile yoğun ticari faaliyetler içinde olan Türkiye hâkim sınıfları ve yöneticileri de bu yaşanan dönüşümün bir parçası olarak, 2021 yılında Paris Anlaşması’na taraf oldu. Ardından da temmuz ayında Ticaret Bakanlığı yeşil mutabakat eylem planını yayınladı. 2021 yılının son ayında da BDDK finans sektörüne yönelik, 2022-2025 yıllarını kapsayan Sürdürülebilir Bankacılık Stratejik Planı yayımlandı. Aynı ay içinde yine Kirletici Salım ve Taşıma Kaydı Yönetmeliği yürürlüğe girdi. Bütün bu dönüşüm süreci, ortaya çıkan yeni Avrupa ticaret pazarına uyum için gerekli koşulları yaratmak ekseninde gelişiyor. İklim krizinin yarattığı yıkımı önleyici, giderici ve toplumun süreç içinde aktif olarak rol almasını mümkün kılacak hiçbir düzenleme ise bu aşamada gündeme gelmiyor. Bu nedenle de iklim krizinin yarattığı yeni ekonomik duruma adaptasyon sürecinde Türkiye hâkim sınıfları, ticaret ve finansal araçlarını yitirmek istemiyor. Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin bir yandan Çin-Rusya, diğer yandan ise Avrupa ve Amerika temelinde geliştirdiği siyasi, sosyal ilişkilerinin dar anlamda bir ekonomik ilişki biçiminde şekillendiğini söylemek de olası değildir. Hâkim sınıfların, iklim krizi ile ilişkilenme biçimi aynı zamanda toplumsal sorunları çözme gücü kadar, bu sorunlar temelinde iktidarlarını sürdürme biçimiyle de ilişkilidir. Bu nedenle de önümüzdeki dönemde Türkiye hâkim sınıfları, çıktıkları bu yeni yolda, demokratik, şeffaf, toplum katılımını esas alan bir yönetimle yola devam etmek istemeleri kendi çıkarlarına ve birikim stratejilerine uyumlu olursa buna yönelik bir iktidar blokunun oluşmasına yönelik güç biriktireceklerdir. Ancak, Türkiye’de mevcut birikim rejimi içinde devletin himayesi, destek ve teşvikinden azade bir hâkim sınıf olmadığı da oldukça açıktır. Bu bağlamda da iklim krizinin çözümünü istemekle beraber, bu çözümün demokratik yollarla olması gerekliliği arasında bir çelişki ortaya çıkmıştır. Bu durum, iklim krizini çözme iradesinin somutlaşmasını sermayenin kendi dinamikleriyle olanaksız kılmaktadır.

Bu nedenle de iklim krizinin ancak, kamucu bir yönetim ve programla aşılabileceği vurgulanabilir. Bu kamucu siyasal tarz, enerjide, madencilikte, sağlıkta, eğitimde kamu hizmeti esaslarını ön plana alan, bu alanlarda piyasa ilişkilerini terk eden, toplumun ve doğanın çıkarını gözeten bir üretim ve yönetim ilişkisini zorunlu kılmaktadır. Enerjide, hayvancılıkta, ulaşımda büyük şirketlere devlet teşviki, vergi kolaylığı, alım garantisi yollarıyla yapılan sermaye aktarımları, hem yaşamın niteliksizleşmesine hem de doğanın bozulmasına yol açmıştır. Bu manzaranın görünmez kılınması için yaratılan panik ortamı, açlık ve sefalet koşulları toplumsal zenginliğin sermaye tarafından el konulması içindir. Bu nedenle iklim krizinin ortadan kaldırılmasının ön koşulu, yoksulluğa mahkûm edilen milyonların elinden alınan üretim araçlarının, sağlığın, eğitimin, kamunun yeniden milyonların denetimi altına alınmasıdır. Bu kamucu siyasetin iktidar olması hem doğanın hem de toplumun restorasyonu için bir zemin olacaktır.

Bu Yazı 02.01.2021 Tarihinde BirgünPazar’da Yayınlanmıştır.

Kategoriler