Paris’in onaylanmasını değerlendiren Prof. Dr. Algan, “Türkiye, Yeşil Mutabakat’la başlayan ticaret ortamına uyum için adım atmak zorunda kaldı” dedi.

Fevzi ÖZLÜER

COP26 yolunda Türkiye bir yandan iklim krizini derinleştirecek biçimde inşaat ve madencilik sektörüne desteklerini artırırken diğer yandan da Yeşil Mutabakat perspektifinden adımlarını sıklaştırıyor. Ankara Üniversitesi’nden Prof.Dr. Nesrin Algan ile COP26’yı, Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı imzalamasını ve çevre hakkını konuştuk.

Geçtiğimiz hafta, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin ‘çevre hakkını’ kabul etmesini, COP26 öncesinde nasıl değerlendirilmeli?

Bu hakkın uluslararası çevre hukukunda olması yetmiyordu; uluslararası insan hakları hukukunda da yer alıyor olması önemli. Bu açıdan çok önemli bir de çevre hakkı hakkının kapsamını genişletiyor. Konseyin kararı hakkın kapsamını genişletiyor. Çevre hakkı, bir yaşam hakkı odağında genişliyor. Ben de bu hakkın, sağlık hakkının çok ötesinde bir hak olduğunu iddia edenlerdenim. Yaşam hakkının ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia edenlerdenim. Bu kabul edilen karar, ki bu karardan önce sadece konseyde değil, BM Genel Kurulu’nda da kabul edilen başka çevre ile ilgili haklar var. Örneğin; su hakkı, gıda hakkı gibi. Bunların hepsi aslında çevre hakkı ile ilgili haklar tabii. Çok tuhaf bir durum çevre ile ilgili bir dizi hak var ama doğrudan çevreyi kapsayan bir hak insan hakları platformlarında yoktu; şimdi o yapıldı ve dediğim gibi kapsamı genişledi.

Bir politik mücadele alanı olarak çevre hakkının neresindeyiz?

Çevre hakkı 80’li yılların başında kazanılan birçok davanın temel argümanıyken çok uzun yıllardır menfaatin varsa gel, yoksa bu davayı açamazsın diye geri çevriliyoruz . O yüzden tabii ki İnsan Kakları Konseyi’nin kararı önemli ama bunun Genel Kurul’da da aynı şekilde kabul edilmesini daha da önemli buluyorum. O yüzden zaten BM Genel Kurulu’na gidecek karar, orada kabul edilecek mi? Örneğin Türkiye; su hakkı, çevreyi savunanların korunması hakkı, kırsal alanda çalışanların çevresel hakları kararlarında olduğu gibi bu hakta da çekimser mi kalacak? Çok merak ediyorum. Bunda çekimser kalmayacağını varsayıyorum. Çünkü Anayasası’nda çevre hakkı var ama eğer sürdürülebilir çevre ve güvenli çevre hakkı Türkiye’ye farklı bir şey çağrıştırırsa çekimser kalma riski varsa, bu bize çok ciddi menzil kaybettirir. Yani kazandırmak bir yana elimizdekileri de kaybetme konusunda çok ciddi bir kırılma noktası olur.

COP26 Zirvesi’ne giderken, toplumsal mücadelelerin odağını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de yerel odaklı sorunlarda yüksek bir muhalefet var. Ancak, hiç kimseye ait olmayan ve herkese ait olanlara bağlı ekolojik kriz konuları ortada kalıyor. Örneğin müsilaj, deniz kirliliği, asbest… Bu nedenle, salt yerel dinamiklerin ittifakına dayalı değil; ulusal ve uluslararası gücü olan bir toplumsal mücadele dinamiği yok. Ancak, çevre mücadelesi, çevre hakkını odağına alarak bu ulusal etkiye sıçrayabilir. Diyelim ki Kazdağları’nda, İkizdere’de yörede yaşayanlar, yapılan yatırımın ve işlemin çevresel açıdan güvensizliğe yol açtığını iddia ederek, bu konuyu ulusal ve uluslararası gündeme taşıyabilir. Çevre hakkının BM tarafından kabul edilmesiyle aldığı yeni biçime göre hareket edilebilir. Bu da çok önemli yani oradaki köylünün ve yaşayanın İkizdere’nin suyunun azalması ya da ormanın yok olmasının yarattığı bireysel güvensizliği ve toplumsal güvencesizleşmeyi bir gerekçe olarak kullanması kapsamı daha da genişletir. O yüzden karar yenilikçi ve daha geniş yorumlanması gerekir.

Paris Anlaşması sürecine Türkiye’yi yönetenler nasıl geldi?

Türkiye Paris’i ekonomik ve ticari çıkarlarına engel olacağından emin olduğu anda onaylayacak demiştim. Öyle de oldu. Bu konu sadece borç ve kredi ile açıklanamaz. Türkiye’nin ticaret ilişkilerinde Avrupa bir odak. Bu odakla arasını bozacak bir ekonomik gücü de yok. Bu nedenle de Yeşil Mutabakat ile başlayan ticaret ortamına uyum için bir adım atmak zorunda kaldı. Mal satmak, ticaret yapmak, iş yapmak için ortaya çıkan yeni koşullara ayak uydurmak zorundalar. Bu yönelim doğru okunursa, fosil yakıtlar, kömür gibi konularda da toplum yönetenlere adım attırabilir. Ancak, Paris Anlaşması Türkiye için öncelikle ticari bir konu olarak görülüyor.

COP26 Zirvesi’ne doğru, Türkiye’deki gelişmelerle beraber, küresel çevre mücadelesi aktörlerini gözettiğimizde çevre hakkı mücadelesi ile toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi arasındaki ilişkisinin pratik olarak nasıl inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Uluslararası politikada çevre ve kadın konuları toplumsal cinsiyet konuları hâlâ yüksek politika konuları değil. Bu yüzden uluslararası çevre müzakerelerinde egemenler, genelde asıl önem verdikleri yüksek politika konusu dedikleri alanlardan taviz vermemek için düşük politika konuları dedikleri alanlardan birkaç minik adım atarlar. Bu çok büyükmüş gibi lanse edilir. Bir de öyle bir algı ki toplumsal cinsiyet ve adalet bağlamında çok zor kazanılan mücadelelerin sonucu olabilecek kazanımların da altını boşaltırlar. Glasgow sürecine de biraz böyle bakıyorum. Daha radikal ve yenilikçi bir iklim politikası ortaya çıkacak değil.Elbette büyük bir başarısızlık da olmayacaktır. Kopenhag’ta olduğu gibi Paris’ten biraz daha ileride ve daha sıkı olması için toplumsal cinsiyet konusunda taviz verebilirler. Ancak özellikle bu alanlarda atılacak adımların kağıt üzerinde kalma tehlikesi var.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan engel olmazsa iklim adaletini toplumsal cinsiyet üstünden sağlamaya yönelik daha ciddi bir karar bekliyorum. Bu tür adımların uluslararası bir eylem planına girmesi ya da toplantı raporunda yer alması bile bir kazanımdır. Uluslararası politika ve ilişkiler açısından o yüzden iklim adaletinde toplumsal cinsiyette daha ileri bir adım bekliyorum. Fakat çevre hakkının toplumsal cinsiyet bağlamında ele alınması konusunda çok şey beklemiyorum. Hatta politik aktörlerin konumlanışını düşündüğümüzde, çok kısa dönemde çok olumlu ve hızlı bir gelişme de beklemiyorum.

Bu Röportaj 31.10.2021 Tarihinde Birgün.net Çevre Sayfasında Yayınlandı

Kategoriler