Onur Arslan, Ebru Kayaalp

Maraş’taki iki büyük depremin üzerinden daha çok vakit geçmedi. Afetin boyutlarını hâlâ idrak edebilmiş değiliz. Devlet yetkilileri ve pek çok insan bu felaketin benzersiz olduğunu ve tam anlamıyla hazırlıklı olabilmenin imkânsız olduğunu belirtiyor. Ancak İzmit ve Van depremleri için akla gelen sorular bu sarsıntılar için de geçerli: Neden bazı binalar sapasağlam ayakta kalırken, bazıları tuzla buz olacak şekilde yıkılıyor? Neden Japonya ve Şili örneklerinde olduğu gibi depremleri daha az kayıpla atlatamıyoruz? Bir de daha az gündeme gelen bir soru var: Türkiye’nin doğusu depreme hazırlık konusunda ihmal mi ediliyor? Eğer öyleyse neden ve nasıl?

Gerçekten de iki büyük depremin bu kadar kısa aralıklarla art arda gerçeklemesi nadir bir durum; fakat yirmi dört yıldır Türkiye’nin bir “deprem ülkesi” olduğu neredeyse herkes tarafından kabul ediliyor. Üstelik yer bilimciler, Maraş bölgesinde büyük bir deprem gerçekleşebileceğini uzun süredir tekrarlıyor.[1] Buna rağmen ilkokul kitaplarına kadar işlediğimiz risk haritalarını şimdi yıkıntılar arasından toplamak zorunda kalıyoruz (Figür 1). 1999 depreminin ardından depreme hazırlık amacıyla toplanan vergiler, inşaat sektörüne aktarılan kaynaklar, uluslararası fonların ülkeye akışı ve bilinçlendirme kampanyaları düşünüldüğünde şu anda çok daha iyi durumda olmalıydık.

Bu kısa metnin yazarları olarak bizler yıllarca bilim insanları, mühendisler, müteahhitler ve vatandaşların dahil olduğu etnografik çalışmalar yaptık. Kapsamlı arşiv araştırmaları yürüttük. Bu çalışmalara dayanarak, geçmişteki büyük depremlere kıyasla daha az kaybın ve ölümün mümkün olduğu düşünüyoruz. Kaybın bu kadar yüksek olmasının temel sebebi, depreme hazırlık politikalarının birincil önceliğinin en çok hasar görecek alanların ve binaların belirlenip, yapılması değil, inşaat sermayesinin büyümesi ve bekasına göre şekillenmesidir. Yasa yapıcılar ve şirketler bu dengenin hukuki/ekonomik altyapısını oluşturdu ve her yeni düzenlemede teraziyi inşaat piyasasının lehine değiştirdi. Bu yazıda depreme hazırlık pratiklerinin neden bir türlü toplumun gerçek ihtiyaçlarına cevap veremediğini ve nasıl çok büyük bir eşitsizlik yarattığını tartışacağız. (Daha doğrusu, yıllardır bu konuda çalışan araştırmacılar olarak biraz içimiz dökeceğiz).

Bu sarsıntılarda çok fazla kayıp yaşanmasının temel nedenlerinden biri Van depreminden sonra hazırlanan, kamuoyunda Afet Yasası olarak bilinen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’dur. Bu yasa hem içeriğiyle hem de uygulama biçimiyle depreme hazırlık politikalarının inşaat sermayesinin inisiyatifine bırakılmasının hukuki altyapısını oluşturdu. Bunu birbiriyle ilintili iki yoldan yaptı: bir yandan riskli alan ilanı konusunda devlete istisnai yetkiler tanırken, diğer yandan özellikle riskli konutların tespitini ve yenilenmesini sadece “piyasa aktörlerinin” çözebileceği bir probleme dönüştürdü. Başka bir ifadeyle, kamu otoritesi birçok bölgede inşaat aktörleri lehine “sahadan çekildi”. Birincisiyle başlayalım.

Afet yasasının en tartışmalı düzenlemelerinden biri riskli alan ilanı yetkisidir. Bu aslında olağanüstü koşullarda uygulanması gereken ama devlet yöneticileri tarafından sıradanlaştırılmış bir yetki. Tarihsel olarak biliyoruz ki Türkiye’de devlet bu tarz yetkileri hiçbir zaman kaybetmek istemez. Yasanın güncel hali, riskli alanı şu şekilde tanımlıyor: “Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan, Cumhurbaşkanınca kararlaştırılan alan.” Karar alma sürecinin tek bir kişiye indirgenmesi dışında, riskli alan tanımında 2012 yılından beri büyük bir değişiklik olmadı. Yasa, vatandaşların can güvenliğini tehdit eden yerleşim alanlarının toptan dönüştürülmesi için Cumhurbaşkanı’na istisnai bir yetki tanıyor.[2]

Burada riskli alan düzenlemesinin uygulama biçimlerini detaylı incelemek mümkün değil. İdarenin kolaylıkla istediği yeri riskli alan olarak belirleyebileceğini söylemekle yetinelim.[3] Afet yasasının ilgili kısmının nasıl uygulandığı hakkında bir fikir sahibi olmak için ise yıllar önce hazırlanan [4] ve İstanbul Planlama Ajansı (2020) tarafından güncellenen şu haritayı paylaşalım (Figür 2):

Harita söze çok da yer bırakmıyor. Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’nın (JICA) 1999 depremi sonrasında açıkladığı araştırma sonuçları ile devletin riskli alan tespitleri birbiriyle uyuşmuyor. JICA raporu ve Bakanlığın belirlediği riskli alanlar arasındaki yüzde 73’e varan uyumsuzluk, bu süreçte bilimsel bulgu ve öneriler dışında başka faktörlerin rol oynadığını gösteriyor.[5] Riskli alan ilanlarının ağırlıklı olarak dar gelirli kesimlerin yaşam alanlarını hedeflediğini söyleyebiliriz. Bu alanların bazıları gerçekten risk içerirken, bazıları (mesela Sarıyer) tek ya da iki katlı evlerin ağırlıkta olduğu mahaller olarak belirlendi. Son yaşadığımız Okmeydanı, Fetihtepe Mahallesi örneği ya da Diyarbakır’daki “kentsel dönüşüm” çalışmaları riskli alan düzenlemesinin ekonomik çıkarlara alet edildiğini ve politikleştirildiğini gösteriyor.

Bugün geldiğimiz noktada riskli alan ilanları, rant getirebilecek mahallelerin hem mekânsal hem de toplumsal olarak yeniden dizaynı için uygulanan bir prosedür haline gelmiş durumda. Peki riskli alan ilan edilmemiş bölgelerdeki inşaat hareketliğini (ya da hareketsizliğini) nasıl açıklayacağız? Bu soru bizi Afet Yasası’nın teşvik ettiği ikinci “yeniliğe” getiriyor. Bu yasa, bir yandan istisnai yetkiler konusunda devlete alan açarken, diğer yandan da devletin gerek bütçe, gerek uzmanlık, gerekse de örgütsel anlamda depreme hazırlık süreçlerindeki rolünün değişmesi anlamına geliyor. Çok basit bir dilde ifade edersek bu yasa diyor ki, “madem Türkiye’nin birçok yerinde bu kadar riskli bina var, bunu vatandaşlar, bankalar, inşaat şirketleri ve uzmanlık kuruluşları kendi aralarında halletsinler; devlet kurumları da bu ilişkilerde kolaylaştırıcı olarak yer alsın.” Bu yeni oluşumu daha detaylı anlamak için yasanın riskli yapıları nasıl tanımladığına ve bu yapılar için ne gibi süreçler öngördüğüne bakmalıyız.

Afet Yasası’nda riskli yapı, “riskli alan içinde veya dışında olup ekonomik ömrünü tamamlamış olan ya da yıkılma veya ağır hasar görme riski taşıdığı ilmî ve teknik verilere dayanılarak tespit edilen yapı veya yapılar” olarak tanımlanıyor. Düzenlemenin temel amacı, depremin yıkıcı etkilerinin azaltılmasına yönelik olarak depremde risk teşkil edecek binaların tespiti ve ivedilikle yıkılıp yeniden yapılması. Düzenlemeye göre aynı apartmanda yaşayan maliklerden birinin riskli yapı tespiti için başvurması yeterli oluyor.[6] Önceden riskli bina testinin uygulanmasında çoğunluk aranırken şimdi tek bir ev sahibi dahi bu işlemi yaptırabiliyor. Bir başka deyişle, binada kaç kişinin yaşadığından bağımsız olarak -bir deprem mühendisinin söylediği gibi “binada 100 kişi de yaşasa”- maliklerden birinin başvurmasıyla binaya risk testi yaptırılabiliyor. Binanın çürük çıkması durumunda olabilecek bütün itirazlara karşı binaya yıkım kararı veriliyor.[7]

Riskli yapı düzenlemesinde amaç yasal süreçteki olası itirazları aşarak süreci hızlandırmak. Yani aslında binaların daha ayrıntılı incelenmesine olanak tanıyan “bürokratik engelleri” aşıp bir “kısayol” oluşturuyor. Ne var ki bu yeni düzenleme saha çalışmasında fark ettiğimiz bir başka durumla yan yana gelince bambaşka bir mağduriyet ortaya çıkıyor. 1999 hatta 2001 yılından önce çıkan binalara uygulanan risk testinde binaların neredeyse hepsi çürük çıkıyor. Konuştuğumuz birçok mühendis yüzlerce binanın risk analizini yaptıklarını ve bu binaların hepsinin çürük çıktığını belirtti. Bunun nedeni şu anda uygulanan inşaat standartlarının (mesela beton kalitesinin, donatı miktarının) 1999 öncesinde yer almamasından kaynaklanıyor. Bu yüzden bu binaların hepsinin riskli çıkması şaşılacak bir durum değil. Bu noktada, bir binada tek bir ev sahibinin risk analizi yaptırabilmesi ve 1999 öncesinde yapılmış her binanın “çürük” çıkacağı önkabulü kendi içinde yeni bir piyasa yaratıyor. Sürecin saha araştırması yaptığımız İstanbul’da nasıl işlediğini biraz basitleştirerek anlatmaya çalışalım.

Özellikle konut fiyatlarının uçtuğu mahallelerde inşaat şirketleri eski evleri satın alarak söz konusu piyasaya yasal malikler olarak katılıyor. Malik statüsünü kazandıkları için şirketler binayı risk analizine sokup çürük raporu alıyor. Bu şekilde birçok yeniden yapılan binada inşaat firmaları hem ev sahibi, hem evi yapan, hem de emlakçı olarak karşımıza çıkıyor. Binaları kendileri yıkıma sokup kendileri yapıyorlar. Bir binadan ev aldıkları andan itibaren bütün binada pazarlık etme sürecini kendileri yönetebiliyorlar. Şirketler, binanın karotları daha incelemeye gitmeden bina için yıkım kararı alınacağını öngördüğü için bu bilgiyle pazarlıklarda vatandaş aleyhine bir baskı unsuru oluşturabiliyor. Bu süreç içinde “risk analiz raporu” da süreci başlatan değil, sonunda meşrulaştıran bir mühendislik belgesi olarak yer alıyor. Bir başka deyişle, Afet Yasası zaten riskli çıkacağı belli olan binaların riskli çıkacağına dair yasal zemin hazırlamaktan öteye geçemiyor. “Riskli bina tespiti” inşaat şirketlerinin artık verili olarak kabul ettikleri ve bu bilgi üzerinden hareket ettikleri yerleşik bir süreç haline gelmiş durumda. Mühendislerin risk tespit testleri bu hukuksal sürece ancak bilimsel bir ek olarak teknik bir meşruiyet sağlıyor. Binalar hakkındaki mühendislik bilgisi süreci başlatan bilgi değil, yıkım kararı verildikten sonra eklenen bilgi oluyor.

Düzenlemenin açık yerlerinden faydalanıp kötüye kullanılmasını fark etmekle birlikte, iyi niyetli bir tutumla, eski binaların yıkılıp yeniden yapılmasının nasıl bir zararı olabilir ki diye sorulabilir. Buna cevabımız depreme hazırlık konusunun aslında tümüyle bir öncelik ve zaman sorunuyla ilişkili olduğudur. Şu anda -ve aslında en son 24 yıl içinde- aciliyet gerektiren eylem, her 1999 öncesinde yapılan evin yıkılıp yeniden yapılması değil, bir deprem karşısında en fazla hasarı alacak evlerin tespit edilip, güçlendirilmesi, olmazsa yıkılıp yapılmasıdır. Tam da bu yüzden birçok mühendis binaların depreme dayanıklılık performanslarına göre ayrılmasını savunuyor. Ancak bu analizlerin hem çok maliyetli, hem de bütün deprem bölgeleri söz konusu olduğunda inanılmaz zaman alan bir faaliyet olduğunu söylenerek daha kısa bir çözüme, yani 6306 sayılı kanuna gidiliyor. Bu şekilde, yasanın öngördüğü “hızlı ve ekonomik” risk analizleri sadece kontrol ve denetleme mekanizmalarını aşındırmadı. Aynı zamanda inşaat şirketlerinin önem sırasına göre değil, kârlılık kriterini temel alarak yatırımlara yönelmesini kolaylaştırdı.[8]

Sürecin tamamen piyasa mantığına teslim edilmesi halihazırda var olan eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor. Afet yasası aslında bütün ülke genelinde binaların yıkılıp yeniden yapılmasının önünü açan bir düzenleme. Yasa içerik olarak depremi ülke ölçeğinde bir tehdit olarak tanımlamasına rağmen, uygulamada deprem riski olan binaları ve mekânları hedef almamaktır. Zira süreç bütüncül ve standart bir şekilde ilerlemek yerine farklı felaketlere karşı savunmasız alanları es geçerek sermayenin seçtiği yerleri dönüşüme uğratmaktadır. Hal böyle olunca, Van ya da Hatay gibi daha az kazanç getirecek yerler ihmal ediliyor. Depreme hazırlık için ayrılan kaynakların aktarımını düşündüğümüzde Marmara bölgesi ve ülkenin geri kalanı arasında bir uçurumdan bahsetmek mümkün.[9] Örneğin, 99 Depreminden sonra 2006 yılında ilk olarak Dünya Bankası’ndan alınan 310 milyon Avroluk bütçeyle çalışmalarına başlayan İSMEP, şu anda 1,2 milyar Avroluk bütçeye sahip ve İstanbul’daki kamu binalarını depreme karşı güçlendirmekte.[10] Ancak İstanbul dışında fay hattında yer alan birçok şehirde bu tür önlemlerin yeterli olmadığı açıktır. En son Maraş depreminde, 2012 yılında “depreme dayanıksız” diye rapor tutulan İskenderun’daki hastanenin yıkılması[11] ya da gazeteci Bahadır Özgür’ün Hatay ile ilgili haberi bu durumun örnekleri olarak sayılabilir.[12] Bunun yanında devlet yetkililerinin de aslında Maraş’taki bir depremi beklediklerini ve buna göre önlem almak istediklerini İl Afet Risk Azaltma Planından (İRAP)  biliyoruz. 2020 yılında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından tanıtılan planda Maraş Pilot Bölge seçilerek deprem riskini azaltmak için “3 amaç, 20 hedef ve 213 eylem” belirleniyor. Ama Naci Görür’den öğrendiğimize göre bu proje kopyala-yapıştır şeklinde raporlar hazırlandığı ve finansal kaynak aktarılmadığı için hiçbir şekilde gerçekleştirilemiyor. 

Son olarak şundan da bahsetmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Maraş ve Elbistan depremlerinde, Malatya, İskenderun ve Hatay’da yeni yapılmış pek çok binanın yıkıldığına tanıklık ettik. Bu binaların yıkılmalarını müteahhitler “atom bombası” etkisindeki depremlerle açıklasalar da bilim insanları depremin şiddetli olmasına rağmen iyi inşa edilmiş binaları yıkacak kadar güçlü olmadığına işaret ediyorlar.[13] Yeni yapıların yıkılması, imar aflarından ve bina deprem yönetmeliğinin ciddiyetle uygulanmamasından kaynaklanıyor.[14] Bu durum ülkede yapı denetiminin işlemediğinin bir başka göstergesi. Sahada görüştüğümüz uzmanlar, çok uzun yıllar inşaat sektöründe yıllarca hiçbir denetimin olmadığından ve yol kenarında çimento karan ustaların insafına kaldığımızdan bahsediyorlar. İnşaat denetimleri ancak 2001 yılında 4708 sayılı kanuna göre oluşturulan “yapı denetim kuruluşları” tarafından yapılmaya başlanıyor (Figür 3). Ancak bu sefer de inşaat şirketleri kendi yapı denetim şirketlerini ya seçebiliyorlar ya da aslında kendi yapı denetim şirketlerini kurup kendilerini “denetliyorlar”. Bu sistem ancak 2019 yılında değişiyor ve denetim firmaları kurayla seçilerek inşaatları denetlemeye gidiyor.[15]

Toparlamak gerekirse, Afet yasasının bahsettiğimiz iki temel veçhesi birbirini geri besleyen yöntemler olarak görülmeli. Yasa bir yandan riski bireyselleştirerek vatandaşları tek başına ya da aileleriyle inisiyatif alıp evini yenilemeye ve borçlanmaya zorlarken, diğer yandan devlet/inşaat kliğine eşi görülmemiş bir hareket alanı sağlıyor. Bireylerin yalnızlaştırılması ve örgütlenme pratiklerinden mahrum bırakılması ile devletin olağanüstü yetkileri ve inşaat sermayesinin gücü birbirini destekleyen süreçler olarak gelişti.

Yazıyı iki sonuçla kapatalım. Birincisi, yerleşim yerlerinde meydana gelen depremler toplumsal olaylardır ve toplumsal olaylar sadece sayılar ve istatistikler yoluyla karşılaştırılamaz. Maraş depremleri tarihimizin en büyük felaketlerinden biri olsa bile 1999 depreminin yarattığı toplumsal travma ve harcanan kaynaklar düşünüldüğünde çok daha az kayıp vermeliydik. İkincisi, kayıpları artıran sadece “açgözlü müteahhitler” değil, depreme hazırlık meselesine dair her şeyin piyasa mantığına göre şekillenmesi oldu. İnşaat sermayesinin çıkarları yerine kamu sağlığını ve can güvenliğini merkeze alan bir hazırlık rasyonalitesi üretmeden yıkıntılar arasından çıkamayız. Depreme hazırlık bir yatırım aracı değildir, olmamalıdır.


[1] 2021’de Jeoloji Mühendisleri Odası yayınladığı raporda Kahramanmaraş’ın şehir merkezinin 10-11 km kadar güneyinden geçen Doğu Anadolu Fayının 7,4 büyüklüğüne varacak bir deprem üretme kapasitesi olduğunu belirtmiş. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Dr. Öğretim Üyesi Alican Kop da benzer şekilde 2020 yılında bölgede art arda iki deprem yaşama riski olduğunu söylemiş. Aynı şekilde yer bilimci Profesör Naci Görür de uzun zamandır bölgede deprem riskine dikkat çektiklerini ve bununla ilgili hem DPT’ye hem TÜBİTAK’a proje hazırladıklarını ama ikisinin de reddedildiğini söylüyor. https://teyit.org/demec-kontrolu-boylesi-buyuk-felakete-hazirlikli-olabilmek-mumkun-degildir-iddiasi ve https://t24.com.tr/haber/prof-naci-gorur-bu-deprem-goz-gore-gore-geldi,1090195

[2] Türk-tipi başkanlık rejiminden önce bu yetki Bakanlar Kurulu’ndaydı.

[3] Kanuna göre riskli alan ilanı için bazı koşullar şunlar: (1) “Kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde” bozulması; (2) İlgili alan “üzerindeki toplam yapı sayısının en az % 65’inin imar mevzuatına aykırı olması;” (3) Altyapı ve üstyapıda hasar meydana gelmiş olması; (4) planlama ve altyapı hizmetlerinin yetersiz olması. 

[4] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/cevre-bakanligi-istanbulun-risk-haritasinda-tahrifat-mi-yapti-227975

[5] Özkan Eren, M. & Özçevik, Ö. 2015. Institutionalization of Disaster Risk Discourse in Reproducing Urban Space in Istanbul’, ITU A|Z, 12 (1): 221–42; Gibson, M., & Gökşin, Z.A. 2016. Neighbourhood Regeneration in Istanbul: from earthquake mitigation to planned displacement and gentrification. Carola Hein (ED.) International Planning History Society Proceedings, 17th IPHS Conference, History-Urbanism-Resilience, TU Delft 17-21 July 2016, V.02 p.283, TU Delft Open; Güzey, Ö. 2016. The Last Round in Restructuring the City: Urban Regeneration Becomes a State Policy of Disaster Prevention in Turkey, Cities, 50: 40–53; Tarakçı, S. & Türk, Ş. 2020. Shaping of Felexibility in Urban Renewal Legal Legal Sources in Turkey and Its Effect on Practices, Iconarp International Journal of Architecture and Plannining, Vol 8 (2): 652-671.

[6] Riskli yapı tespitinde “herhangi bir çoğunluk aranmaz. Kanunun uygulanmasında öncelikle maliklerden bir tanesinin riskli yapı tespiti için başvurması mümkündür” (İlgezdi, A. 2021. Adım Adım. Kentsel Dönüşüm. Seçkin Yayınları, Ankara,123).

[7] Binada yaşayan kişilere yapının “riskli yapı” olduğuna dair resmî yazı iletildikten sonra kendilerine 15 gün yasal itiraz süresi verilir. Ancak saha araştırmamızda yasal itirazdan sonuç alabilen bir kişiye dahi rastlamadık.

[8] Riskli binaların yıkılıp yeniden yapılması karşısında sunulan bir diğer alternatif ise binaların güçlendirilmesi. Ancak bina güçlendirmenin pratikte kullanımı çok az. Bunun çok fazla sebebi var. İlk olarak güçlendirme pahalı bir yöntem. Eğer güçlendirme yapmanın maliyeti binayı tümüyle yıkıp yapmanın yüzde 40’ına denk geliyorsa o zaman yıkım tercih ediliyor. Ayrıca güçlendirme kriterlerini tutturmak zor. Zira bina çok eskiyse burada güçlendirme yaptırmak anlamlı değil. Son olarak, güçlendirme teknik bilgi, “yetkin mühendislik” (Aydınoğlu, N. 2021. Deprem ve Binalarımız. Deprem Tehlikesi Altında Binalarımızın Hasar Riski.: Tasarım ve Yapım Sorunları. İstanbul’un Deprem Gerçeği. Der. K. Kuzucu ve diğerleri. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, İstanbul) gerektiren bir süreç. Bu yüzden de güçlendirmeyi yine ancak ekonomik sermayesi olan kişiler yaptırabiliyor. Güçlendirme yaptığını iddia eden ve piyasada bir anda çoğalan birçok inşaat şirketinin bu işten ne kadar anladığı da meçhul.

[9] 1999 depreminden sonra ulusal ve uluslararası projeler, teknolojiler ve uzmanlar İstanbul’a odaklanmışken, mesela Van depremi için böyle bir dönüşüm olduğunu söylemek mümkün değildir (Van depreminin analizi için bakınız Schäfers, Ruined Futures, 2016). Mülakat yaptığımız bir yer bilimcinin dediği gibi “Depremin olmasıyla birlikte bilim burada [İstanbul’da] gelişti, gemiler geldi, istasyonlar kuruldu vs. Ama aynı şeyi Van için söylemek zordur.” Kapsamlı bilimsel araştırmalar yalnızca yeryüzünün fay hatlarıyla siyasetin ve piyasanın fay hatlarının kesiştiği yerlerde ortaya çıkabiliyor.

[10] Eleştirisi için bakınız: Ay, D., & Demires Ozkul, B. (2021). The strange case of earthquake risk mitigation in Istanbul. City25(1-2), 67–87.

[11] https://www.diken.com.tr/devlet-yikmayinca-deprem-yikti-iskenderundaki-eski-devlet-hastanesi-11-yildir-dayanaksizmis/

[12]https://twitter.com/bahadir_ozgr/status/1623126055547461632?s=20&t=GcDDxGjEUkR324k9wBJJUg

[13] https://www.bbc.com/turkce/articles/cw43jvpxw9ro

[14] İmar affı başlı başına bir yazı olması gereken bir konu olduğu için burada yer vermiyoruz. Ama şunu belirtmekte fayda var. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2018 yılında yayımladığı imar barışı kitapçığına göre Türkiye’de imara aykırı yapılar %50’nin üzerinde, bu da yaklaşık 13 milyon binaya tekabül ediyor. Aralık 2019’a kadar imar barışından 7 milyon 450 bin bina yararlanmış durumda.

[15] Ancak bu konuda da sorunlar henüz bitmiş değil. Bkz. Kaan Sekban’ın İzmir Ekonomi Üniversitesi öğretim görevlisi inşaat mühendisi Şeref Alpago ile 11 Şubat 2022’de yaptığı söyleşi https://www.instagram.com/kaan.sekban/

Bu Yazı 16.02.2023 Tarihinde birikimdergisi.com Adresinde Yayımlanmıştır.

Kategoriler