Mücadelemiz Hava, Su ve Toprak İçin!

Akbelen direnişi dört yılda orman tahribatını defalarca engellese de, 24 Temmuz’da başlayan saldırı dalgası tamamen durdurulamadı. Şu âna kadar kaç ağacın kesildiğini tam olarak bilemiyoruz, ama büyük bir ekokırım suçu işlendiği kesin. Akbelen’deki doğa kıyımını, şirket-devlet ortaklığıyla işlenen suçun aktörlerini, bölgedeki termik santrallerin ve kömürün geçmişini, mücadele tarihini, bundan sonra “ne yapmalı”yı Akbelen direnişçileri ve İkizköy’ün dostları Deniz Gümüşel, Bahadır Altan ve Haluk Özsoy’dan dinliyoruz.

14-28 Mayıs seçimlerinden hemen sonra şirket-devlet işbirliğiyle Akbelen’e sert bir saldırı başladı. Akbelen Ormanı’nın yok edilmemesi için dört yıldır mücadele veriliyor. Sizce Akbelen genel tablonun içinde nereye oturuyor?

Bahadır Altan: İki önemli başarı Akbelen’i ekolojik mücadelenin merkezine taşıdı diye düşünüyorum. Akbelen’de sorunu yerelde bizzat yaşayanların sahip çıktığı bir direniş var. Köylülerin ve kadınların öncülük ettiği bu direniş Akbelen’i merkeze oturttu. Ancak, Akbelen’den Deştin’e tek tek yakılan çoban ateşlerini birleştiren, birbirinden haberdar eden İklim Adaleti Koalisyonu’nun 2022’den bu yana düzenlediği kervanlar dizisinin Akbelen’den başlaması da önemli oldu. Ege’den Marmara’ya ekokırım suçlarının işlendiği noktalarda direkt temaslar gerçekleşti. Ege ve Marmara’dan başlayan kervan yolculuğu Çukurova KervanıMezopotamya Kervanı şeklinde devam etti. Burada hedef, yerelde mücadele eden grupların Türkiye çapında, hatta uluslararası bağlamda ilişkisini kurarak ortak mücadeleyi inşa etmekti.

Deniz Gümüşel: Akbelen’de köylünün önde olduğu, ama ekoloji hareketinin de fiilen, aktif bir şekilde içinde yer aldığı bir dayanışma modeli oluşturmaya çalıştık. Bu kır-kent mücadele birliğinin Akbelen’i biraz daha öne çıkarmış olabileceğini sanıyorum. Karma örgütlenme modelinin mücadeleye önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Fakat Akbelen’deki mücadelenin uzun süreli ve kesim ânına kadar başarılı olmasında bir coğrafi belirleyen de var.

Nasıl bir coğrafi belirleyen bu?

Şöyle bir rahatlığı var Milas’ta köylünün, toprak o kadar verimli ki, “Ben buradaki kömür madenine, santrale muhtaç değilim” diyor. Santralde çalışanlar bu iş olmasa da kendi kendilerine yetecek bir hayatı devam ettirebiliyorlar, oradan gelen para artısı oluyor, işin sağladığı sosyal sigortası oluyor. Ama kendi gıdalarını üretiyorlar, kendi bulgurlarını, mercimeklerini, patateslerini üretiyorlar. Hayvanları var, süt ürünlerini oradan alıyorlar. Zonguldak kömür havzası gibi ya da Soma’daki gibi tarımın, diğer geçim faaliyetlerinin tamamen ortadan kaldırıldığı bir resim yok henüz Muğla tarafında. Sekiz saat mesai yapıyor köylü, dönüyor, keçilerini otlatmaya götürüyor. Ya da zeytin zamanı, zeytinlerini kaldırmak için santralden iki-üç gün izin alabiliyor. Zeytinyağını da garanti ediyor böylece. Hâlâ sistemden bağımsız bir şekilde, kendi yağıyla kavrulabilecek ekonomik gücü olduğunun farkında. Bu ona, sisteme tamamen bağımlı, işçileştirilmiş bir insana göre daha büyük bir özgürlük, direniş gücü veriyor.

Akbelen’de 2019’dan beri köylüler fiziki olarak ormanın kesilmesini engelliyor. Endüstriyel plantasyon adı altındaki ilk kesim girişimini Kasım 2019’da İkizköylülerle birlikte durdurduk. 2020’nin 1 Mayıs’ında bir zeytinliğe yöneldi şirket, pandemi olduğu için sokağa çıkma yasağı vardı, ona rağmen köylülerin eylemiyle kesim işlemi yine durduruldu. 2021’de tekrar girmeye çalıştılar, kesim bir kez daha eylemle durduruldu. Peki, kesim birçok kez nasıl durduruldu?

İkizköylülerin elinde büyülü bir değnek yok. On beş-yirmi köylü, benim gibi Muğla’dan, Bodrum’dan destek vermek için koşup gelenler vardı. Bence iktidar Muğla’da sıcak bir çatışma alanı yaratmak istemedi. Çünkü kendisini evde değil deplasmanda hissediyordu. Yıkım içeren çok sayıda ciddi planları var iktidarın Muğla için. Akbelen’deki direnişin büyük bir direnişe dönmesi korkusuyla hem iktidar hem de daha önceki tecrübelerinden bir şeyler öğrenmiş olan Limak biraz daha az atik, daha az saldırgan davrandı. 23 Nisan 2021’de hem Muğla’da Akbelen ormanına hem Rize’de İkizdere’ye girdiler. Rize’de Cengiz kolluk güçlerini arkasına alıp kesime başladığı halde biz Limak’ı durdurabildik, kesim ekipleri geri çekilmek zorunda kaldı.

Akbelen ormanının üzerindeki hava hareketliliği haritalarından gökyüzünde bir İHA’nın dolaştığını anlıyoruz. Sermayenin bu denli önemsediği bir kıyıbaşı Akbelen. Çünkü Akbelen bir nevi barikat. Bu yüzden devlet tüm gücüyle Akbelen’de. Barikat geçilirse Akbelen’de yaşam kalmayacak.

Ama bu yıl, 24 Temmuz sabahıyla sert bir saldırıya şahit olduk…

Altan: Çünkü Akbelen’deki direniş sembol haline geldi. Bu görüntü sermayenin işine gelmedi. “Jandarma Limak’ın özel güvenlik teşkilatı gibi çalıştırılıyor, Limak neredeyse hava desteği isteyecek” diyorduk. Bu da gerçek oldu. Akbelen ormanının üzerindeki hava hareketliliği haritalarından gökyüzünde bir İHA’nın dolaştığını anlıyoruz. İşte sermayenin bu denli önemsediği bir kıyıbaşı Akbelen. Çünkü Akbelen bir nevi barikat. Bu yüzden devlet tüm gücüyle Akbelen’de. Barikat geçilirse Akbelen’de yaşam kalmayacak.

Akbelen’de kır-kent mücadele birliğinin kurulduğuna dikkat çektiniz. Bunun önemli ayaklarından biri de İkizköy’de kurulan komite. İkizköy Çevre Komitesi’nde örgütlenme, işleyiş nasıl?

Gümüşel: 2019’dan itibaren on beş-yirmi kişilik bir çevre komitesi kuruldu. Tamamen yatay, bilgiyi eşitlemeye, demokratikleştirmeye yönelik, katılan herkese eşit saygıyı, eşit söz hakkını ve eşit varoluş hakkını önceleyen bir yapılanma. Muğla Çevre Platformu’ndan (MUÇEP) sürece dahil olan arkadaşların da hem teknik anlamda hem mücadelenin nasıl yürütüleceği anlamında ciddi katkıları oldu. Hukukçularımız da hakeza öyle. Neticede, İkizköy Çevre Komitesi hepimiz için oldukça öğretici. İdari bir başvuru, hukuki bir girişim ya da doğrudan bir eylem fark etmiyor, hep o çember içinde tartışıldı ve herkesin görüşü alınmaya çalışıldı. Bize destek olan bilim insanlarının katkısıyla köyün gündelik hayatının akışındaki ekolojik bilgiyi bilince çıkaran bir süreç yaşadık. Bir okul haline geldi komite, başarı buradaydı. Yatay örgütlenmeyi herkes çok çabuk benimsedi, karşı çıkan da olmadı.

İkizköylüler açısından bu süreçte kırılma noktaları ya da eşikler nelerdi?

Bir kere, yıkımı çok yakından deneyimlediler. Köylerinin bir mahallesi, Işıkdere gözlerinin önünde yok edildi. Bu aynı zamanda ciddi bir mülksüzleştirme ve yoksullaşma olarak yaşandı. Bundan mağdur olanlar İkizköy’de şu an direnen köylülerin annesiydi, babasıydı, amcasıydı, halasıydı, amcasının oğluydu. Devlet kaymakamı ve muhtarıyla “kamulaştırma” için köylünün üstüne geldi, ama topraklarını alıp özel bir şirkete verdi. Bu da ikinci bir kırılma noktası bence İkizköylüler açısından.

Muğla’da kömür madenciliği nedeniyle 40 yılda yaklaşık on köy yok edildi. 2014’teki özelleştirmelere kadar kamulaştırmaya alan da kömürü çıkaran da devlet, “Kamu yararına elektrik üretiyorum” diyen de devlet. Muğla’daki üç santral ve linyit kömürü madenleri 2014’te özelleştirildi. Bu sürece karşı 2013-2014 yılları arasında Muğla’da önemli bir özelleştirme karşıtı hareket yaşandı. Bence bu, çevre köylerdeki halkın da meseleye bakışını çok değiştirdi. Orada işçinin özlük haklarını tanımadan, tamamen emeğin metalaştırılması üzerinden, “Şu ana dek devlet için çalışıyordun, ama şu koşullarda benim için çalışacaksın” diyen şirkete karşı bir yıla yakın bir süre özelleştirme karşıtı mücadele yürüttü işçi. Mücadelenin sonunda işçiler için kısmi, ama önemli kazanımlar da oldu. Bu işçiler o köylerin insanları. Bir sıçrama noktası da burası.

Kamu için faydası konusunda ikna olamadıkları bir nedenden ötürü ellerinden topraklarının alınması, bir özel şirket yararına mülksüzleşmeleri tetikleyici oldu. Biraz ötede, Ulaş Köyü’nde, güneşten elektrik üreten bir tesis var. Gerçi o da orman alanına yapılmış, pek çok yenilenebilir enerji projesi gibi. Ama köylü, “Güneşten elektrik üreten bir tesis var, sen niye hâlâ benim köyümü yıkıp kömür çıkarıyor, üstüne bir de onun gazıyla beni zehirleyip öldürüp hayatımı cehenneme çeviriyorsun ki?” diye düşünerek karşılaştırma yapıyor. Bu bilgiyi kimsenin söylemesine gerek yok, yaşamın içerisinde zaten bu bilgi onlarda var. Her ailede en az bir kanser vakası var. Bunun kömürden olduğu çok aşikâr. Zeytin ağaçları kuruyor, üzümler asmalarda kuruyor. İnsanlar kendi yaşamlarından çıkardıkları dersler üzerinden de “Artık yeter” dediler.

Muğla’da kömür madenciliği nedeniyle 40 yılda yaklaşık on köy yok edildi. Üç santral ve linyit kömürü madenleri 2014’te özelleştirildi, önemli bir özelleştirme karşıtı hareket yaşandı. Bu, çevre köylerdeki halkın da meseleye bakışını çok değiştirdi.

Kömür nedeniyle Muğla’da 40 yılda on kadar köyün yok edildiğini söylediniz. Kömürün Muğla’daki tarihi, buna karşı verilen mücadele nasıl?

Gümüşel: Muğla’da 1979’da başlıyor kömür madenciliği. O sırada Yatağan Termik Santrali’nin inşaatı da devam ediyor. ‘83’te işletmeye alınıyor santral. Ama eş zamanlı Milas tarafında da Yeniköy Termik Santrali yatırım programlarına giriyor. Termik santraller Polonya’yla yapılan bir değiş-tokuş anlaşmasıyla hayata geçiriliyor. ‘80’lerdeki enerji krizine cevap olarak yerli kömüre yöneltilmiş bir enerji politikası var. Madenlere karşı bu 40 yılda çıkan ses görece cılız olsa da termik santrallerin yapılmasına karşı ciddi mücadeleler verildi. Örneğin Yatağan Termik Santrali’nin kurulduğu Şahinler köyünün tarım arazileri tamamen yok edildi. O dönemde köyün gençleri örgütlenip Ankara’ya, Süleyman Demirel’i görmeye, “Bu projeyi durdurun” demeye gidiyorlar. Yeniköy Termik Santrali daha içeride, kuytuda kaldığı için böyle bir direnişle karşılaşmamış, ama Gökova Termik santrali özellikle Bodrum’daki çevrecilerin de girişimiyle Türkiye’deki ekoloji hareketinin önemli mücadelelerinden biri oldu. Bodrum Çevre Gönüllüleri Derneği’nin kurucusu çevreci aktivist Saynur Gelendost açlık grevine giriyor termik santral açılmasın diye. Ama o santral de tüm muhalefete rağmen, dönemin başbakanı Turgut Özal’ın marifetiyle yapılıyor.

Özal 1984’te Gökova’da bazı köylüler tarafından protesto ediliyor. “Meyvelerimiz kuruyacak” diyerek Kemerköy Termik Santrali’ne itiraz eden köylülere Özal’ın yanıtı “Köylü santralde çalışırsa daha iyi olmaz mı?”

Evet. İşin ilginç tarafı, madene karşı verilen mücadele kamulaştırmalara karşı pek yapılamamış. Bunu biraz devletin baskıcı, sorgulatmaz tarzına yoruyorum. Bölge köylerde insanlar kamulaştırma kararlarına dava açacaklarını bile bilmiyorlar. Haklarını kimse onlara söylememiş. Kaymakamı, valisi, muhtarı çok ciddi biçimde baskılamış insanları. “Kamu yararınadır, devlet isterse toprağı elinizden alır” diye başlamış. Dolayısıyla, mücadele daha çok termik santrallere, oradan gelecek çevre kirliliğine karşı yürürken, mülksüzleştirmeye sistematik bir karşı çıkış olmamış.

Altan: Benim tanık olduğum ilk kitlesel köylü eylemi Bergama madenine karşı ‘90’ların ilk yıllarında başlayan hareketti. O zaman Bergamalı köylülerin attığı bir slogan vardı: “Türkiye Afrika olmayacak.” Aslında Akbelen’de, Muğla’da yaşanan tam olarak bu. Afrika malûm, bütün yeraltı kaynakları Batı tarafından talan edilerek çölleştirilen, kendi kaynaklarından beş kuruş fayda elde edemeyen bir kıta. Şimdi de iç savaşlarla boğuşuyor. Bizim yaşadığımız, yüz yıl sonra tam da Afrikalıların yaşadığı süreç. Sermayenin batısı-doğusu yok artık. Bunu beşli çete eliyle yapıyorlar şimdi ülkede. Bir ilin yüzölçümünün yüzde 67’sinin madenlere tahsis edilmesi ne demek? İşte Afrikalılaşıyoruz. Bunu da iktidar madenciliğe ülkeyi peşkeş çekerek yapıyor.

24 Temmuz ve devam eden günlerde jandarma Akbelen direnişini kırmak için tazyikli su, cop ve biber gazıyla saldırdı (Fotoğraf: Kazım Kızıl)

Gezi’den bu yana ne zaman ağaçlar etrafında kenetlenen insanları görsek, aklımız o direnişe gidiyor; Gezi ile Akbelen arasında benzerlikler var mı sizce?

Altan: İnsanların kendiliğinden koşup geldiği, çadırlarını kurup direndiği bir ortam oldu Akbelen’de. Gezi’nin ruhu dolaştı. Forumlar yapıldı, vegan mutfak kuruldu mesela. Bunlar Gezi’yi anımsatıyor, ama kuşkusuz Akbelen bir Gezi değil. Gezi’ye katılan birçok örgüt vardı ve süreç doğrudan demokrasiyle yürütülüyordu. Akbelen’deyse ana özne köylüler. Köylülerin inisiyatifiyle mücadele yürüyor, stratejiyi İkizköy Çevre Komitesi belirliyor. Köylülerin dışındaki eylemciler köylülerin önerilerine saygı duyarak mücadeleye destek veriyor. Mesela her örgüt kendi siyasi bayrağıyla Gezi’deydi. Ama Akbelen’e gelenler siyasi gömleğini bırakarak geldi. Bu durum mücadeleyi yükseltti. Tabii gençlerin eylem biçimleriyle köylülerinki arasında farklılıklar olabiliyor. Köylüler ağaçlar kesilince çocuklarını kaybetmiş gibi hissediyor. Gençlerin de canı yanıyor, ama gençlik neşeyle direniyor. Bu durum normal ve bir dengeye oturdu zamanla.

Bergama’ya dönersek; oradaki mücadelede çevre köylerin çoğunun Alevi köyü olmasının büyük bir rolü vardı. Onlar örgütlü bir şekilde mücadeleye katıldı. O zaman ben THY’de sendika temsilciği yapıyordum, pilotların işyeri temsilcisiydim. Bergamalı köylülere desteğe gidiyorduk. THY’nin özelleştirilmesine karşı sendikanın yaptığı eyleme de Bergama köylüleri destek vermişti, otobüs tutarak gelmişlerdi. Emek ve ekoloji mücadelesinin birlikte yaptığı, hayatımda gördüğüm en coşkulu eylemdi. Bergama’da açık galeri şeklinde bir maden olmamasına rağmen, siyanür havuzunun çevreye vereceği zararı çok iyi anlayan köylüler kitlesel olarak eylemlere katılmıştı. Bergama’da çevredeki Alevi köylerinin mücadeleye katılması gibi bir süreç bugün ne yazık ki yaşanmadı. Köylüler ancak kendi hayatlarına doğrudan dokunduğunda anladı gerçeği. İkizköy dışında diğer köylerin mücadeleye katılımı ne yazık ki Bergama’daki gibi olmadı.

Biraz ötede, güneşten elektrik üreten bir tesis var. Köylü, “Sen niye hâlâ benim köyümü yıkıp kömür çıkarıyor, üstüne bir de onun gazıyla beni zehirleyip öldürüp hayatımı cehenneme çeviriyorsun ki?” diye karşılaştırma yapıyor. Her ailede en az bir kanser vakası var. Zeytin ağaçları, üzümler kuruyor. İnsanlar kendi yaşamlarından çıkardıkları derslerle “Artık yeter” dediler.

Neden sizce?

Altan: Bu dört yıllık sürede çevre köylere sıranın onlara geleceği, gelmese de bu santrallerin onlara verdiği zarar anlatılıp, onlarla daha sıkı bir bağ, örgütlenme çabası gösterilmeliydi. Ne yazık ki başarılamadı. Muhalefetin eksikliği bu. Karşı çıkanlar İkizköy ve Karadam’la sınırlı. Daha önce Hüsamlar, Sekköy ve İkizköy’ün Işıkdere mahallesi tamamen ortadan kaldırıldı. Bağdamları’nın toprakları termik santrale kurban gitti. Karacaağaç, Çakıralan, Gürceğiz, Pınar köyleriyse maden sınırlarına geldiği için kısmen yok edildi, yaşamak imkânsız hale geldiğinden bu köylülerin çoğu göç etmek zorunda kaldı. Açık galeri şeklindeki madenle beraber sağlık sorunlarını hissettikçe köylüler tepki göstermeye başladı. Şimdi birçok köy muhtarı şirketin yanında yer almasına rağmen, Çamköy’ün muhtarı Limak’ın organizasyonuyla Meclis’e gitmedi mesela. Çünkü “Akbelen alındıysa sıra Çamköy’de” gerçeğini görüyor. Bergama’dan farklı olarak, ancak kendi hayatlarına dokunduğunu hissettiklerinde tepki veriyorlar. Bölgedeki en büyük handikap, birlikte mücadele örgütlenememesinin önündeki en büyük engel bu.

Haluk Özsoy: Evet, böyle engeller var. Ama Akbelen’de de Deştin’de de direnişe başladığımız zamanla bugün gelinen nokta arasında köylülerde ciddi bir fark var. Kaderlerinin çok farklı olmadığına dönük bir kabulleniş var. Onlar için kolay değil tabii. İlk defa devlete başkaldırıyorlar. Kafalarında çok başka bir imajı olan jandarma algısı değişiyor. Deştin’deki kadınlar şunu söylüyordu: “Bu jandarmalar yüzünü hep şirkete, sırtını bize dönüyor. Bunlar şirketin jandarması mı?” Bence bu gibi kazanımlara odaklanmak gerekiyor.

Altan: Tabii. Bu insanlar jandarmayı hiç karşılarında görmemiş, devletle çelişmeye niyeti olmayan insanlar. Ama zaman içinde köylüler “Jandarma bizim evladımız değilmiş” çizgisine geldi. Köylüler CHP’li milletvekili Mahmut Tanal’ı “Jandarma da bizim evladımız” dediği zaman yuhaladı. “Kaçmayın, maden alanına girin” dediğimde Tanal “Sen provokatörsün” diye suçladı beni. Akbelen’i savunan bir yurttaşa “Sizin yüzünüzden iktidar olamadık” dedi. Tanal’la karşılaştığımızda, “Bizim gibi mücadele etmezseniz iktidar olamazsınız” dedik.

Bergamalı köylülerin attığı bir slogan vardı: “Türkiye Afrika olmayacak.” Akbelen’de, Muğla’da yaşanan tam olarak bu. Bir ilin yüzölçümünün yüzde 67’sinin madenlere tahsis edilmesi ne demek? İşte Afrikalılaşıyoruz. Bunu da iktidar madenciliğe ülkeyi peşkeş çekerek yapıyor.

Muhtarlardan belediyelere, yerel yöneticilerin tutumu direnişleri nasıl etkiliyor? Konuştuğumuz İkizköylüler Akbelen’in talanında muhtarın rolüne hep dikkat çekiyor…

Özsoy: Yerel iktidarlar çok istekli olmasalar da Akbelen’e destek vermek zorunda kaldılar. Bu destek konusunda ne kadar istekli olup olmadıklarını biz biliyoruz, ama sonuç olarak “istekli” görünmek zorunda kaldılar. Ama çimento fabrikası kurulmasına karşı direnişin sürdüğü Deştin’de durum biraz farklı. Yerel iktidar, yani Menteşe Belediyesi de işin içinde. Yerel iktidarın eğer bu işten bir çıkarı, şirketle bir ortaklığı yoksa, o zaman direnenlerin işi biraz kolaylaşabiliyor.

Mücadele biçimi olarak elbette öz örgütlenmeye dayanmak gerekiyor. Deştin’de fabrikayı kurmak isteyenler kendi alanlarından bir adım çıkıp orman tahsis alanlarına giriş yapamadılar, çünkü köy içinde örgütlü bir yapı var. Orada bir ağaca testere vurulduğunda çarşı karışır. Ama yerel iktidar halkla birlikte demir yumruk gibi karşı durmayınca işlerini rahat ilerletebiliyorlar, mahkeme kararları çıkartıyorlar, bir sürü dalavere dönüyor.

Yerel yönetimler istekli olmasalar da Akbelen’e destek vermek zorunda kaldılar dediniz. Akbelen mücadelenin yolunu gösterdi, muhalefeti muhalefet olmaya zorladı gerçekten de. Konu Meclis’e kadar gitti…

Özsoy: Demokrasi seçim sistemine indirgenecek bir şey değil ki, bu açıdan biz eşyanın tabiatından bahsettik. “Sokakta demokrasiyi aramazsanız, sesinizi çıkarmazsanız, demokrasiyi mahkemelerde aramaya kalktığınızda bulamamaya başlarsınız” dedik. Memleketin birkaç on yılının problemi bu. Demokrasinin sokakta aranan bir şey olduğu unutuldu. Muhalefetin de bunu unutması yetmiyormuş gibi, aksini dikte etmeye başladı. Bence Akbelen’de bunu kırdık. Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerine, “ya halkla beraber yürürsünüz ya da gerisine düşersiniz” dedik. Evet, ya halkla beraber yürüyecekler ya da halkın gerisine düşüp eski sistemlerine gömülecekler. Bu açıdan Akbelen direnişini bir dönüm noktası olarak görüyorum.

Ekoloji aktivistleri, köylüler, siyasi parti temsilcileri… Politik dengeyi, söylemi tutturmak zor oluyor mu?

Gümüşel: Muğla’dan dört-beş vekil çıkarmış bir partinin Akbelen mücadelesinin görünürlüğü anlamında bu alanda olmasına ihtiyaç var. CHP bir halk örgütlenmesi yaratamadığı için, kendi içine kapandığı için seçimlerde kaybetti. 2015’ten itibaren muhalefeti sokaktan çekmeye çalışma stratejisinin yanlış olduğunu kabul etti. Şimdi Faik Öztrak’ın ağzından “Sokakta olacağız, direnişlerde yan yana olacağız” lafları duyuyoruz. Seçim yenilgisi CHP’nin özellikle Gezi sonrası o gerici “Aman halk dışarı çıkmasın, aman bir ayaklanmanın müsebbibi görünmeyelim” politikasının bir işe yaramadığını çok net bir şekilde ortaya koydu. CHP ileri gidebilmek istiyorsa, ekoloji mücadelelerini sahada yalnız bırakmamak zorunda olduğunu anladı bence. Meclis’te özel oturumun gerçekleşmesi de bunun göstergesi. Tabii biz böyle bir oturum için onlara çok baskı yaptık. Halkın tepkisinin sandığa endeksli kısır bir demokrasi tanımının içine hapsedilemeyeceğinin farkındalar.

Yakın bir gelecekte ekonomik krizin derin toplumsal sonuçları görülecek. Devletin Akbelen’e büyük bir şiddetle saldırmasının bir nedeni de muhtemel toplumsal isyanlara karşı gözdağı vermek. Aslında Akbelen’de tüm topluma “ders vermeye” çalışıyorlar.

Akbelen’de devletle şirketler arasında nasıl bir ekonomik bağ var?

Gümüşel: Termik santrallerin özelleştirilme sürecini değerlendirmeden devletle şirket ilişkisini anlayamayız. 2000’lerin başında IMF’nin Türkiye’ye çizdiği ekonomik ve politik bir hat var. Devletin elini kamu hizmetinden çekmesine dayanan IMF politikası enerji sektörünün de özelleştirilmesini dayatıyordu. Bu yüzden Yatağan Termik Santrali 2000’de özelleştirilmeye çalışıldı. Özelleştirme becerilemeyince santral tekrar devlete devredildi. Sonraki aşama elektrik dağıtım şebekesinin özelleştirilmesi oldu. 2000’de işletme devri sözleşmesi imzalandığı halde özelleştirmenin gerçekleşmemesi üzerine, yerli ve yabancı şirketlerin oluşturduğu konsorsiyum Milletlerarası Ticaret Odası’na (ICC) tahkim başvurusunda bulundu ve Türkiye konsorsiyuma 90 milyon 253 bin dolar tutarında tazminatı faiziyle birlikte ödedi.

2010’a gelindiğinde, elektrik dağıtım hatları 21 bölgeye bölünüp özelleştirildi. 2012’de elektrik üretim tesislerinin özelleştirilmesi için yeni bir program Dünya Bankası’nın da teknik ve finansal desteğiyle hayata geçirildi. 2014’te Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralleri LİMAK ve İÇTAŞ’ın ortaklığındaki YK Enerji’ye devredildi. Yatağan Termik Santrali de 2014’te Bereket Holding’e devredildi. Bu şirketler “5’li+” çetenin üyeleri.

İzmir Bergama’da altın madenine karşı mücadele 90’ların başında başladı. 1992’de başlayan ilk eylemler, Eurogold firmasının binlerce ağacı kesmesi üzerine 1996’da kitleselleşti. Bergama direnişine de İkizköy’de olduğu gibi köylü kadınlar öncülük ediyordu.

5’li+ çete”nin “artı”sıyla neyi kastediyorsunuz?

Gümüşel: Yeniköy, Kemerköy Termik Santralleri ile maden sahalarını alan şirket LİMAK ve İÇTAŞ olarak bilinen İbrahim Çeçen Holding’in ortak iştiraki. İbrahim Çeçen Holding beşli çete içinde adı geçmese de son 20 yılın en çok kamu ihalesi alan şirketleri arasında. İstanbul’da üçüncü köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu, Akkuyu Nükleer Santrali İÇTAŞ’ın hem mülksüzleştirme ağları içindeki konumunu hem de ekolojik yıkım karnesini ortaya koyuyor.

Termik santrallerin verimsiz olmasına rağmen, şirketler niye bu alana giriyor, öngörüsüzlükten mi?

Siyasal baskı havuz şirketlerini madenlerin ve santrallerin işletme hakkını almaya zorladı. Özelleştirmelerin yapıldığı dönemde Türkiye’nin cari açığı çok yüksekti, devletin sıcak paraya ihtiyacı vardı. Özelleştirmelerin finansmanı için gerekli kredi Avrupa Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (EBRD) gibi uluslararası finans kuruluşlarından sağlandı. Sonuçta, IMF programı hayata geçirilerek elektrik üretim sektörü özelleştirilmiş oldu. Devletin kasasına da ciddi miktarda döviz girdi. Devlet bir taşla iki kuş vurdu. Ancak, şirketler santraller için çok yüksek meblağlar ödüyor. Santrallerin yaş ortalaması 26 civarında, hepsi eski teknolojili. Şirketler yaptıkları yatırımı geri alabilmek için ciddi bir mücadeleye giriyor, taahhüt ettikleri bazı yatırımları hâlâ tamamlamış değiller. Sonuçta, AKP hükümeti enerji şirketlerinin zararını gidermek için birtakım mekanizmalar uyduruyor. Santrallere baz yük istasyonu gibi davrandıkları için “kapasite mekanizması” adı altında teşvikler veriliyor. Şirketler bu teşviklerle ayakta kalıyor. Şirketlerin döviz borçları çok düşük bir kur üzerinden TL’ye çevriliyor.Kamu çok yüksek miktarlarda zarar ediyor böylece. Aslında şirketler santralleri satın aldıkları için “İllallah” diyorlar. Bereket Enerji’nin CEO’su 2019’da “Ben böyle kârsız bir yatırıma hiç girmemiştim” demişti.

Şirketler hiç mi kâr etmiyor?

Gümüşel: Aslında kâr ediyorlar. Ama enerji şirketleri için bu tatminkâr bir oran değil. Bu sebeple termik santrallerde çalışan emekçiler üzerinde çok ciddi baskı var. Mesela YK Enerji’nin 2020 net kârı 180 milyon dolar. Brüt işçi maliyeti 12 milyon dolar. Bu kötü anlaşmalara rağmen 180 milyon dolar gibi bir rakam YK Enerji’nin cebine girmiş.

Akbelen Ormanı’nın altında kalkerli bir yapı var. Su bu kalkerli tabakadan süzülerek Çamköy’deki yeraltı kuyularında birikiyor. Akbelen Ormanı dinamitlendiğinde su yolu kesilecek, Çamköy’deki kuyular dolamayacak. Bodrum’un suyu böylece kurutulmuş olacak.

TMMOB’un Yeniköy, Kemerköy Termik Santrali raporu  Yeniköy, Kemerköy ve Yatağan Termik Santralleri’nin kapatılması durumunda Ege Bölgesi ve Türkiye elektrik üretiminin olumsuz etkilenmeyeceğini gösteriyor. Öyleyse, maden sahasının Akbelen’e doğru genişlemesinin nedeni ne?

Finans uzmanları bu santrallerin özelleştirme bedellerinin ödemelerinin Yeniköy için 2036, Kemerköy için 2039 yılı olduğunu gösteriyor. Diğer yandan AKP on yıllardır uyguladığı enerji politikaları yüzünden bir çıkmazda. Özkaynağı olmamasına rağmen doğalgaz bazlı elektrik üretimi için devasa yatırımlar yapıldı. Enerji üretimi için yerli linyit kullanılmayacaksa kısa vadede doğalgaz santrali kullanmak gerekiyor. Bugünkü ekonomik ve politik koşullarda bu pahalıya mal olur.

2021 TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim A.Ş.) verilerine göre, Yeniköy ve Kemerköy Termik Santralleri Türkiye’nin enerji altyapısının yüzde 1’ni oluşturuyor. Elektrik üretimine maksimum yüzde 2’lik katkıları var. Bu termik santrallerde üretilen enerji başka türlü ikame edilebilir. Devlet elbette yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelebilir. Sistem içi çözümlerle bile termik santraller rahatlıkla ikame edilebilir. Ama daha iyisi yurttaş bazlı enerji sistemlerine geçilmesi. Yurttaşların katılımıyla bambaşka bir enerji politikası tahayyül edilebilir. Ama doğayı katledip elektrik üretimini devam ettirmeyi tercih ediyorlar. Özellikle Rusya ve İran’la yapılan sorunlu doğalgaz anlaşmaları, Rusya- Ukrayna savaşının neden olduğu doğalgaz sorunu, Türkiye’nin gittikçe batan ekonomisi yerli santrallerin işletilmesi sonucunu doğuruyor.

Bu ortamda, köylülere şiddetle saldırmanın siyasal bir bedeli yok mu?

Özsoy: Ekonomik kriz tam olarak tabana yayılmış değil. Ama yakın bir gelecekte ekonomik krizin derin toplumsal sonuçları görülecek. Devletin Akbelen’e büyük bir şiddetle saldırmasının bir nedeni de muhtemel toplumsal isyanlara karşı gözdağı vermek. Aslında Akbelen’de tüm topluma “ders vermeye” çalışıyorlar.

Köylünün, eylemcilerin, toplumun gözünün içine baka baka binlerce ağaç kesildi. Bu güç gösterisinin diğer tarafında kesilen ağaçların piyasa değeri var. Akbelen Ormanı’nda kesilen ağaçların apar topar kamyonlarla taşındığını görüyoruz. Orada nasıl bir rant dönüyor?

Gümüşel: 9 Ağustos 2023 itibariyle Orman Genel Müdürlüğü Akbelen’de kesilen ağaçları ihaleyle satmış. İhale belgesine ulaştık. Akbelen Ormanı’nın bağlı olduğu Kayadere Şefliği’nden satılan ağaçların toplam ihale bedeli 950.980 TL görünüyor. İhalede başka orman şefliklerine bağlı alanlarda kesilen ağaçlar da var. Bunlarda ihale ağaç sayısı üzerinden yapılmışken Akbelen’in bağlı olduğu Kayaderesi Orman Şefliği’nin satışa çıkarılan orman varlığında ağaç sayısı verilmemiş. Metreküp içerisindeki ağaç yoğunluğuna denk gelen birim (ster) üzerinden ihale yapılmış. Bunu Akbelen Ormanı’nda kesilen ağaç sayısının net olarak hesaplanamaması için yapmış olabilirler. Henüz Akbelen’de kaç ağacın kesildiğini bilmiyoruz.

Türkiye Ormancılar Derneği 65 bin ağacın kesildiğini açıklamıştı…

Türkiye Ormancılar Derneği’nin Muğla Valisi’nin açıklamasından yola çıkarak yaptığı bir tahmin 65 bin. Vali “Kesilen ağaçlar yerine 130 bin ağaç dikeceğiz” dedi. Mevzuatta “Kesilen ağacın 2 katı kadar fidan dikilir” deniyor. Türkiye Ormancılar Derneği de “130 bin ağaç dikiliyorsa 65 bin kesilmiştir” gibi bir hesap yapmış. Ekolojik açıdan yıkımı anlatabilmek için “Akbelen Ormanı’nda 620 hektar ağaçsızlaştırıldı”demek daha doğru.

Altan: Yandaş medyada Akbelen Ormanı’ndan çıkacak kömürün termik santrale sağlayacağı hammadde konusunda da haberler yapılıyor. Rakamlara indirgendiğinde esas mesele ıskalanıyor. Her şeyin ötesinde, Akbelen’deki köylülerin keçisiyle, ineğiyle, bostanıyla bir yaşamı var. Yok edilen hayatların hiç mi değeri yok? Köylüler göç etmeyi istemiyor yahu! Meseleyi rakamlara indirgemek köylülerin iradesinin tümüyle göz ardı edilmesine neden oluyor. Şirket devletin ordusuyla köylülerin yaşamına mafya gibi çöküp, “Defol git buradan” diyor.

Özsoy: Ama meseleyi sayılara indirgediğimizde bile ortada tutarsızlık var. Köylüler santralin havaya yaydığı partiküllerden dolayı hastalanıyor. Türk Toraks Derneği’nin raporları Yatağan Termik Santrali civarında yaşayanların başka bölgelerde yaşayanlardan daha erken öldüğünü ortaya koyuyor. Termik santral civarındaki arılar siroz olmuş. Veteriner bile şaşırdı bu duruma. Muğla’da çok büyük turizm ve tarım yatırımları var. Bu kadar yatırımın ortasına büyük bir kirletici inşa edilmesine müsaade etmek kapitalist zihin açısından da mantıksız.

Kömürün sonuna yaklaşılıyor. Kömüre feda edilmiş Soma, Kütahya, Muğla, Zonguldak gibi maden havzalarında kömürden sonrasının emek perspektifinden tartışılması gerekiyor. Aksi halde, emeğin sözünün pek duyulmayacağı bir şekilde, sarı sendikalar eliyle yeni bir emek rejimi kurabilirler.

İkizköylülerle yaptığımız söyleşide Melahat Çulha “Akbelen Ormanı’nı yok ederek Bodrum’un suyunu kurutmak isteyeceklerini düşünmüyordum”demişti. Su yolları açısından Akbelen ve Bodrum arasında nasıl bir bağ var?

Gümüşel: Akbelen Ormanı’nın altında kalkerli bir yapı var. Su bu kalkerli tabakadan süzülerek Çamköy’deki yeraltı kuyularında birikiyor. Akbelen Ormanı dinamitlendiğinde su yolu kesilecek, Çamköy’deki kuyular dolamayacak. Bodrum’un suyu böylece kurutulmuş olacak.

Termik santraller suyu nasıl kullanıyor?

Özsoy: Maden tesisi suyu heba eder. Kömür tabakasının üstünde suyu yayan kalkerli bir tabaka vardır. Kalkeri parçalayıp kömürü çıkarıyorlar. Deştin’de de benzer bir tehlike söz konusu. Bu yüzden sloganımız “Deştin Çayı özgür akacak”. Deştin’de kireç taşından kalkerli bir yapı var. Deştin Çayı Bahçeyaka rezervlerini besliyor. Bahçeyaka rezervleri Yatağan ve Muğla’nın içme suyu ihtiyacını karşılıyor.

Gümüşel: Termik santraller yüksek derecelere çıkan kazanları soğutmak için suyu kullanıyor. Yeniköy Termik Santrali suyunu kuzeydoğu komşusu Dereköy’den alıyor. Dereköy’deki yeraltı suyunun kalitesi çok yüksek. Fesleğen yaylası civarındaki bütün köyler bu kuyulardan faydalanıyor. 2014’teki özelleştirme sırasında Devlet Su İşleri (DSİ) su kuyularının kullanım hakkını şirkete devretti. 2015’te Muğla büyükşehir olunca belediye bu durumu mahkemeye götürdü. Danıştay “Türkiye’nin enerji ihtiyacı önceliklidir” diyerek, kamu yararının aleyhine, su kullanım hakkının şirkette kalmasına karar verdi.

Yeniköy Termik Santrali’nin kullandığı suyun bir kısmı da Geyik Barajı’ndan geliyor. Geyik Barajı içme-kullanma suyu için kullanılıyor. Ama suyun büyük bir kısmı santrale gidiyor. Yeniköy Termik Santrali’nin kullandığı bir yıllık su miktarı 100 bin kişinin bir senede kullandığı suya eşit. Dolayısıyla, Yeniköy Santrali yüz bin kişiyi susuz bırakıyor. Gökova Körfezi yakınındakiKemerköy Termik Santrali deniz suyu kullanıyor. Denizden aldığı suyu filtreleyip, içerisine mantarların ve yosunların büyümesini engelleyecek biyositler koyuyor. Atık su Gökova Körfezi’ne deşarj ediliyor. Biyositlerle kirletilmiş su santralin hemen önünde denize bırakılıyor. Bu deşarj deniz hayatına ciddi zarar veriyor. Derin deniz deşarjı yapılmamasına rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı santrale hukuksuz bir şekilde yol veriyor.

Derin deniz deşarjı Marmara Denizi’nde müsilaj gibi bir çevre felâketine neden olan yöntem, değil mi?

Gümüşel: Öyle tabii. Zaten en başta denizden su alınmaması gerekir. Derin deniz deşarjı doğru bir çözüm değil. Ama santral açısından yasal bir çözüm. O bile yapılmıyor. Normalde atık suyun arıtılması gerekiyor.

İkizköylü Hasan Yorulmaz termik santralden salınan dumanın zeytinliklerinin üzerine çöktüğünü, zeytin ağaçlarının veriminin düştüğünü söylüyordu. Termik santralin hava kirliliğine etkileri nasıl?

Özsoy: Yatağan Termik Santrali’nin filtrelerini güneş battıktan sonra kapatıyorlar. Akşam karanlığında Yatağan’a zehirli gazlar salınıyor. İklim Ağı, Yatağan’ın havasındaki partiküllerin ölçümünü yaptırdı. Havadaki partiküller Avrupa Birliği’nin belirlediği sınırların altı katıydı.

Gümüşel: Artık kirlilik gözle de görünüyor. Muğla’dan Yatağan’a doğru girdiğinizde sizi bir sis tabakası karşılar. Normalde termik santrallerin olduğu bölgelerde hava kalitesi ölçüm istasyonlarının düzenli olarak çalışması lâzım. Milas’ta iki termik santral olmasına rağmen ölçüm istasyonu geçen seneye kadar yoktu. Yatağan’daki ölçüm istasyonu 2017’den beri çalıştırılmıyor, “arızalı” olduğu söyleniyor. Muğla İl Çevre Müdürü hakkında ve Muğla Valiliği hakkında görevi suiistimalden dava açılabilir.

Neden ölçüm yapılmıyor?

Gümüşel: Çünkü Yatağan’daki hava çok kirli. Havada asit yağmurlarına dönüşerek bitkilerin yanmasına neden olan kükürtdioksit ve azotdioksit gibi kirleticiler var. Ama daha fenası havadaki cıva ve diğer ağır metal oranları. Termik santrallerin bacalarından ciddi miktarda ağır metal yayılıyor. Cıva havadan ağır olduğu için santrallerin etrafında 5 kilometre yarı çapındaki alana çöküyor. Çocukların kanlarında sınır değerlerin beş-sekiz katı arasında fazla ağır metal bulunuyor. Yatağan’da kadmiyum ve kurşun zehirlenmesi yaşayan çocuklar var. Bu ağır metaller kömür yakıldığı için çocukların kanına girdi. Ölçümler özellikle yapılmıyor, halktan bilgi gizleniyor.

Özsoy: Devlet ölüm kayıtlarını Türk Toraks Derneği ve Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) çalışmaları için bile paylaşmadı. Hekimler ölenlerin yakınlarıyla görüşerek, titiz bir çalışmayla veri topladılar.

İkizköylülerin ifadelerinden hayvanların da sağlığını kaybettiğini, hatta öldüklerini anlıyoruz. Maden sahalarının hayvan sağlığına olumsuz etkileri ne düzeyde?

Özsoy: Hayvan ölümleri bu sürecin doğal sonucu. Hayvanlar hamileyken düşük yapmasın diye yakınından traktör bile geçirilmez. Ama maden sahasında dinamit patlatılıyor! Tarım altyapısını tahrip etmek maden şirketlerinin işine geliyor.İkizköylüler için tarlalar ve hayvanlar üretim alanı. Ancak, şirketler köylülerin toprakla ilişkilerini bitirerek alternatiflerini yok etmek istiyor. Çünkü köylü alternatifsiz kalırsa termik santralin veya çimento fabrikasının hükmüne girecek, ücretli köle olacak. Diğer yandan, köylülerin doğayla ilişkileri sürdüğü müddetçe Akbelen gibi direnişlerin örgütlenmesi de söz konusu olabiliyor. Bu da devleti ve şirketleri rahatsız ediyor. Muğla’da şehirde yaşayan insanların bile köylerinde iyi kötü zeytinliği vardır. Muğlalılar kendi zeytinyağını üretir, kışı öyle geçirir. Biz zeytin ağacı çiçek açarken yanından araba bile geçirmezdik. Çünkü toz zeytin çiçeğine yapışır, rekolte düşer. Eskiden kendi zeytinliklerinden bir ton zeytin sıkan insanlar bugün 200 kilo sıkabiliyor.

Gümüşel: Köylü ücretli köle haline gelsin, kendi kendine yetemesin istiyorlar. Soma’da maden şirketlerinin işgalinden sonra işçileştirme süreci bunun en somut örneğidir. Muğla’da da benzer bir işçileştirme süreci yaşanıyor.

Muğla’nın akıbeti Soma gibi olur mu?

Özsoy: Akbelen Ormanı 780 dönüm. Deştin’de tahrip edilen alan Akbelen’in 10 katı büyüklüğünde, 7750 dönüm. Deştin’deki çimento fabrikasının uzun vadede işletilmesi zor, ama bir işçileştirme süreci yaşanması muhtemel. Kapitalist şirketler toprağı sevmiyor. Toprak adil bir dağıtıcıdır, biraz daha “sosyalisttir”. Adil dağılımı köreltip, kârı sadece kendilerine akıtmayı isteyecekler tabii.

Gümüşel: Muğla’da çok sayıda kömür madeni yok. Yatağan Termik Santrali’ne kömür Soma’dan geliyor. Karacahisar Köyü’nde 150 metre derinlikte kömür var. Ama Karacahisar’dan ve Yatağan’daki yeraltı işletmesinden sonra Muğla’daki kömür bitmiş olacak. Kömürün sonuna yaklaşılıyor. Kömüre feda edilmiş Soma, Kütahya, Muğla, Zonguldak gibi maden havzalarında kömürden sonrasının emek perspektifinden tartışılması gerekiyor. Aksi halde, emeğin sözünün pek duyulmayacağı bir şekilde, sarı sendikalar eliyle yeni bir emek rejimi kurabilirler. Henüz iş bu raddede değilken işçilerin bu konuyu tartışma masasına yatırması gerekiyor.

Hayalimizdeki dünyanın ekoloji-politiğini tartışmamız, sistemin dayattığı “iklim politikaları”nın ötesinde şeyler söylememiz, yapmamız gerekiyor. Yenilenebilir enerji de kurtuluşumuz olmayacak. Kapitalist toplumun bize ihtiyaç olarak sunduğu her şeyi bir kenara atıp tamamen yeni bir üretim ve paylaşım sistemi örgütlememiz gerekiyor.

Termik santraldeki sendikaların maden sahaları lehine “çalıştığına” şahit oluyoruz. Akbelen direnişi emek ve ekoloji mücadelesinin birlikte tartışıldığı bir zemin yaratabiliyor mu?

Özsoy: Sarı sendikaların derdi işçiler değil, patronu koruyarak varoluş nedenlerini yerine getiriyorlar. Akbelen’de Tes-İş Sendikası’nın başkanıyla görüştüm. O zaten kendini patron sanıyor. Sürekli “Biz şu kadar yatırım yaptık” diyerek patron ağzıyla konuşuyordu. Ama Akbelen Ormanı’nı savunanların emek hareketiyle bir çelişkisi yok. Sarı olmayan sendikalarla birlikteyiz.

Gümüşel: Termik santralde ve madende örgütlü Türk-İş’e bağlı Tes-İş ve Maden-İş maalesef sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda köylülerle işçileri karşı karşıya getirme rolünü üstlenmiş durumda. Diğer taraftan sermayenin güdümüne girmeyen Bağımsız Maden-İş, Dev Maden-Sen, Tarım Orkam-Sen, Limter-İş, Dev Yapı-İş gibi sendikalar direnişe destek verdiler. En heyecan verici ziyaretlerden biri İnşaat-İş’in Akbelen’e gelişiydi. Biliyorsunuz İnşaat-İş’li emekçiler LİMAK tarafından yapılan İstanbul Finans Merkezi inşaatındaki hak ihlalleri ve insanlık dışı çalışma koşullarına karşı uzun zamandır mücadele yürütüyor. LİMAK’a karşı mücadele eden inşaat işçilerinin Akbelen mücadelesine desteği çok kıymetliydi. Emek ve ekoloji mücadelesinin ortak düşmana karşı organik olarak yan yana gelişi bu. Akbelen mücadelesinin tarihi bir dönüm noktası olmasını umut ediyorum. Daha fazla iş birliğine ve birlikte söz üretmeye ihtiyacımız var.

Biraz önce Muğla’da kömür kaynağının sonuna yaklaşıldığını söylediniz. Dünyada kömür rezervlerinin ortalama 110 senelik ömrünün kaldığı biliniyor. Avusturya, Fransa, Macaristan gibi ülkeler 2025’e kadar kömür kullanımını sonlandıracaklarını ilan etti. Türkiye’nin kömür kullanımını sonlandırmakla ilgili bir takvimi var mı?

Akbelen Ormanı’nın yok edilmemesi için mücadele eden köylüler, topraklarına el konulmaması için direnen Dikmece halkı ile yan yana (Fotoğraf: Diyar Saraçoğlu)

Gümüşel: Türkiye 2053 yılına kadar karbon salımı ile karbon tutma potansiyelini eşitleyeceğini, yani “net 0” yapacağını taahhüt ediyor. Ama bu taahhüdün altını dolduran somut bir program yok. Kömürden ne zaman vazgeçilecek, bilmiyoruz. Yeşil mutabakat çerçevesinde karbon ticareti için hazırlıklar yapılıyor. Sistemin devamlılığına yönelik adımlar atılıyor. AKP’nin halkın sağlığını, ekosistemin esenliğini güvence altına alacak bir hazırlığı yok. Türkiye kömürden çıkmalı. 2030 yılında kömürden çıkış mümkün. Akbelen direnişiyle geçen dört yılda köylerden yükselen sesleri duyabiliyoruz. Köylüler “Termik santraller kapatılmalı, kömür istemiyoruz” diyor. Bunu artık sadece ekolojistler değil, köylüler de söylüyor. Mücadelenin çok önemli bir aşaması bu. Mücadelenin evrileceği yeri köylüler işaret ediyor.

Akbelen direnişçileri olarak TBMM’ye ilettiğiniz bilgi notunda “Yatağan ve Milas’ta maden ruhsat alanlarının içinde kalan orman ekosistemlerinin tahrip edilmesi durumunda 9 milyon ton karbondioksit eşdeğeri yutak alanı yok olacak” diyorsunuz. Dünyada sıcaklıkların arttığı, devasa orman yangınlarıyla boğuşulduğu, iklim değişikliğinin etkilerinin gittikçe şiddetlendiği zamanlardan geçerken Akbelen direnişinin Türkiye’nin ekoloji politikalarına nasıl bir katkısı olabilir?

Gümüşel: Akut bir dönemden geçiyoruz. Köylüler ve mücadeleye destek verenler olarak şok içerisindeyiz. “Somut bir stratejimiz var ve şöyle yapacağız” demek için henüz erken. Kısa vadede Akbelen Orman’nın madene tahsisini engellemek için tüm gücümüzle çalışacağız. İklim değişikliği konusunda Türkiye “Önce iklim değişikliğine neden olan ülkeler adım atsın” diyor. Ayrıca, Türkiye Paris Anlaşması kapsamında oluşturulan finansal mekanizmalara erişemiyor. “Finans mekanizmalarını açarsanız karbon emisyonlarımı azaltırım” diyor. Tabii bunun karşılığı yok. Çünkü devletlerin önce sera gazı emisyonları ve karbon salınımını azaltmak için somut eylemler belirlemesi gerekiyor. Finansmana ancak bu hedefler belirlendiğinde ulaşabiliyorsunuz.

Türkiye inatla somut bir program oluşturmuyor. İklim Değişikliği Konferansı 2023 Dubai’de yapılacak. Tamamen işlevsizleşmiş, iklim aktivistlerinin de protesto ettiği bir konferans bu. Bizim kendi gündemimize dönmemiz, emekçi halkın geleceğine dair tahayyüllerini tartışmamız gerekiyor. Hayalimizdeki dünyanın ekoloji-politiğini tartışmamız, sistemin bize dayattığı “iklim politikaları” kavramsallaştırmalarının ötesinde şeyler söylememiz, yapmamız gerekiyor. Çünkü yenilenebilir enerjiye dayalı bir gelecek de bizim kurtuluşumuz olmayacak. Şimdiden Afrika ve Güney Amerika’da lityum madenciliği nedeniyle çok ciddi ekolojik yıkım var. Tamamen yeni bir üretim ve paylaşım sistemi örgütlememiz gerekiyor. Kapitalist toplumun bize ihtiyaç olarak sunduğu her şeyi bir kenara atıp insan onuruna yakışır hayatın ihtiyaçları doğrultusunda enerji politikaları geliştirilmesi gerek. Yeni yaşamı kurmaya odaklı bilim insanlarının önümüzü açacak çalışmalar yapmalı.

Akbelen direnişinin ufkundan tahayyül etsek… Farklı kaynaklar Milas ve civarında yaklaşık 9 milyon adet zeytin ağacı bulunduğuna işaret ediyor. Bu, Türkiye genelindeki 187 milyon civarındaki toplam zeytin ağacı stokunun yaklaşık yüzde 5’i. Kömür sonrasını düşünürken zeytin önemli bir ekonomik kaynak olamaz mı?

Özsoy: Ekolojik bir perspektif olmadan kömür sonrası dönem için “Her şey muhteşem olacak” demek güç. Ekoloji ve kapitalist kâr odaklı üretim yan yana gelemez. Eşyanın tabiatı gereği kapitalist sistemle düzelme mümkün görünmüyor.

Gümüşel: Termik santrallere kapasite mekanizması kapsamında verilen bir senelik teşvik 260 milyon TL. 260 milyon TL ile Milas’ta zeytine bağlı 70 üretim tesisi yapılabiliyor. Böylece yaklaşık 800 kişiye istihdam da sağlanmış olur. Termik santrale bir yılda verilen tek bir teşvik kalemiyle yapılabilir bu. Yani alternatifsiz değiliz.

Son söz?

Altan: Mücadele bitmedi, sürüyor. Evet, devlet Akbelen’de anayasal bir suç işledi, ama hâlâ geri dönüş mümkün. Ağaçların kesilmesine engel olunabilse ekoloji mücadelesi açısından çok önemli bir kazanım, sermaye açısından da büyük bir yenilgi olacaktı. Ancak, Akbelen Ormanı hâlâ korunabilir, üç-dört yılda doğa kendini onarır. Ama Akbelen maden sahasına dönüştürülse geri dönüşü olmayan bir ekokırım suçu işlenecek. Ören’e doğru madene verilen 15 kilometrelik vadide ot bile yetişmiyor.

Bir sloganımız var: “Ya Akbelen’e ya Akbelen için eyleme!” Akbelen’e gelemeyenlerin yapacağı şeyler var. Küçük bir pankartla Limak’ın iştiraklerinin önünde protestolar yapabilirler. Taraftar grupları tribünlerde Akbelen’in sesini yankılayabilir. Cumhurbaşkanı “Bunların derdi ağaç değil” diyor. Evet, derdimiz ağaç değil. Çünkü ağacın kesilmesiyle kaybedilecek hava, su ve toprak da var. Termik santrallerin kapatıldığı temiz bir hava istiyoruz. Bizim derdimiz hayatımız.

Bu haber 28.08.2023 tarihinde BirartıBir.org’da yayımlanmıştır.

Kategoriler